Çarşamba, Ocak 8

bir neslin hayalleri (zamanlama manidar)

'80 kuşağına bir haller oldu. 
Değil 65, 40'ına gelmeden emekli olup bir sahil kasabasına yerleşmeyi düşler oldu.

- Kurumsal hayattan ne yapsak da "kurtulsak"?
- Geçen gün yüksek lisanstan bir arkadaşım köfteci açtı.
- Ülkenin gidişi gidiş değil, yurt dışına mı yerleşsek?
- Gurbette hayat zor, mis gibi Bodrum dururken nereye yahu? 
- Belki sektör değiştirsem daha mutlu olabilirim.
- Kocam çalışma dese, bir saniye düşünmeden evimin kadını olurum.

Arkadaş arasında son zamanların en popüler konuları bunlar. Kim "bilmemne müdürlüğünü" bırakıp cafe açmış, kim Maslak'taki rezidansından kaçıp Çanakkale'ye yerleşmiş, kim dayanamayıp bu yaştan sonra sıfırdan başlamış.. Eskiden tek tük rastlanan, "acaba biz de yapabilir miyiz ki?" dedirten örneklerde ne olduysa bir anda patlama oldu.
Ne oldu bize? Resmen gözümüz karardı! Annelerimiz, babalarımız da böyle miydi yahu? 

- Fazla geriye gitmeye gerek yok, 15 yıl önce ülkenin geleceği hakkında bu kadar karamsar değildik.
- Çocuklar sokakta oynayabiliyordu, mahallenin delisi dışında sataşanları yoktu.
- Endüstriyel gıdanın tutsağı değildik; antibiyotikli tavuk, ekşimeyen yoğurt, küflenmeyen ekmek yoktu sofralarda. Genç yaşta bunamaktan, şeker hastalığından, kanser olmaktan korkmuyorduk.
- Başkalarının yaşam standartlarının pek farkında değildik; yurt dışı seyahatler veya internet kullanımı bu kadar yaygın değildi. Daha iyisini bilmeyince kanaat getirmek kolaydı.
- Ortalama işe gidiş-dönüş süresi 4 saatin altındaydı. Metro, metrobüs, Marmaray güruhuyla tanışmamıştık. Tek parça inebiliyorduk bindiğimiz ulaşım aracından.
- Günlük hayatın stresinden kurtulmak başlı başına bir uğraş haline gelmemişti, patlamaya hazır ayaklı bombalar değildik, şalteri indirmek de voltajı düşürmek de kolaydı.
- Ahlak denen bir kavram vardı, dostluk nedir, sadakat nedir bilenler çoğunluktaydı. 
- Arkandan konuşanlar, iftira atanlar, göz boyayanlar, ayağını kaydırmaya çalışanlar, 'ay o kadar yoğunum ki'ciler sayıca daha azdı, işini düzgün yapmak genellikle yeterliydi.


vesaire..vesaire..
  
Neticede olan oldu. Bıraksan herkesin kaçıp gidesi var. Kimi Ege'ye, kimi Avrupa'ya, kimi evine, kimi pastanesine, kimi köftecisine. Girişimcilik kavramı da boyut değiştirdi haliyle. Artık kimsenin gözü yükseklerde değil. İnsanlar milyon dolarlık şirketin CEO'su olmayı değil, minik bir dükkanın sahibi olmanın hayalini kuruyorlar. Eskiden aileler kızlarına eş seçerken kendi işini yapana pek güvenmezdi, iyi bir firmada masa başı işi olsun isterdi. Haksız da sayılmazlardı; haytalık eden, okumayan insanlar ticarete atılır, bir baltaya sap olamayan kendi işini kurardı. Şimdilerdeyse kızlar genel müdürden, plaza erkeğinden medet ummaktansa kumaşçıyı veya cafe işletmecisini tercih edebiliyorlar.

Sonra ne mi oluyor? Masamızın başına geçip kaldığımız yerden çalışmaya devam ediyoruz.
Öyle bir kaptırıyoruz ki kendimizi, su içmeye bile vakit bulamıyoruz.
Bazı arkadaşlarım düşünmeden edemiyordur şimdi; zamanlama pek mi manidar?

Çarşamba, Ocak 1

Değerini bilmek gerekir hayatın..

Başlığı okurken siz de Yıldız Tilbe'nin "değerini bilmek gerekir aşkın" sözlerini yanık yanık mırıldandınız mı? Yok yok, hiç oralara girmeyelim şimdi :) 

Değer vermekten bahsetmek istiyorum bugün. Yaptığımız işe, çevremizdeki insanlara, kendimize verdiğimiz değeri düşünmeye davet ediyorum hepinizi.

Hayatınızın büyük çoğunluğunu kaplayan iş hayatınızı düşünmenizi istiyorum. Örneğin bir genel müdürseniz çalışanlarınızla birlikte özel günleri nasıl kutluyorsunuz? Sadece yapmış olmak için organize edilen sönük aktivitelerle veya yalnızca 1-2 cümlelik e-postalar ile mi? Yoksa gerçekten özenerek, karşılıklı paylaşarak ve değer verdiğinizi karşınızdakine hissettirerek mi? Gerçekten değer vererek yaptığınız işlerle, sadece yapmış olmak için yaptığınız işleri düşünmenizi istiyorum. Farkı benim yazmama gerek yok, siz zaten biliyorsunuz. 
Üşenmeyin, gelin 2014'te iş hayatımızın, çalışma arkadaşlarımızın ve sahip olduklarımızın değerini daha çok bilelim.

İlişkilerinizi düşünmenizi istiyorum. İster bir kadın-erkek ilişkisi olsun, ister bir dostluk ilişkisi. Karşı tarafın size gösterdiği sevgi, ilgi ve anlayış, ilişkinizin bozulmaması adına yaptığı alttan almalar, yeri geldiğinde kendinden ödün vererek yanınızda olduğu anlar sizin için ne ifade ediyor? Gerçekten değer veriyor musunuz tüm bunlara ve karşınızdaki insana? Yoksa geldiği yerde nasılsa daha çok var, bu devirde kimse için emek sarf etmeye değmez diyenlerden misiniz? Peki ya sizin için değer mi? 
Gelin 2014'te çevremizdeki insanların bize kattıklarının, bizim için yaptıklarının ve türlü zorluklara göğüs germiş ilişkilerimizin değerini bilelim.

Kendinizi düşünmenizi istiyorum. Kendinize değer veriyor musunuz? Kendine değer vermek yalnızca ben önemliyim demek, ezik olmamak veya kendi köşenize çekilip dünyanın geri kalanını umursamamak mı sizce? Vücudunuzu ve ruhunuzu sağlıklı tutabiliyor musunuz mesela? İşlenmiş gıdalardan, sigaradan uzak durup spor yapıyor musunuz? Stresten ve üzüntüden uzak durmak için kendi yöntemleriniz var mı? Hayatın getirdiklerini kabullenebiliyor musunuz? Yoksa 10 yıl önce olmuş bir olay için bile hala daha "ya şunu şunu farklı yapmış olsaydım, ne olurdu?" diye mi düşünüyorsunuz? Unutmayın, yalnızca bir hayatınız var ve bu hayatta da sizden yalnızca bir tane var. Her şeyin başı sağlık derken bu cümlelerimi de unutmamanızı istiyorum. 
O yüzden de gelin 2014'te kendimize daha çok değer verelim, geçmişi geçmişte bırakıp kendimizle ve hayatla barışalım. Daha da önemlisi gölgemizle kavga etmek yerine daha sakin, daha affedici olalım. 
Ben öyle yapıyor olacağım :)

Salı, Aralık 24

bir şeyi gerçekten istersen olur dediler

Hayat kısa.
Dur bakalım daha gençsin diyebilirsiniz. Evet, belki hala genç sayılırım. Ama hangi ara uçtu gitti 20'li yaşlarım? Çocukça kahkahalar atarken, hayatla dalgamı geçerken hangi ara tecrübelerimi paylaşacak raddeye geldim? Nasıl sığdırdım bunca sevgiyi, nefreti, acıyı, sevinci, heyecanı, korkuyu nispeten kısa ömrüme? Hem sahi, nasıl taşıdım ben onca yükü omuzlarımda? Yorulmadım mı kendi kendime yetmekten, çekip çevirmekten, böyle iyiyim demekten?  Yoruldum elbet, hem de çok.

İşte bu yüzdendir bir zamanlar dalgasını geçtiğim şeyleri şimdi hayatımın ön sıralarına taşımam. Bu yüzdendir keskin köşelerimin törpülenmesi, bu yüzdendir soluklanmam, akışına bırakmam, dur bakalım demem. Hayatımda neyi, kimi, neden istediğimi bir çırpıda söyleyebiliyorken, geçmişi ardımda bırakıp ileriye doğru gözü kara bir adım atmışken vazgeçmek kaybetmektir benim için. Bu yüzdendir kestirip atmak yerine içimdeki sese kulak vermem, bu yüzdendir yılmadan, usanmadan, gurur yapmadan, oyunlar oynamadan istersek olur demem.



Kendi köşene çekilmeden, savunmaya geçmeden, yakıp yıkmadan önce..
Bir dinle. 
Bir anla. 
Bir soluklan.
Belli mi olur, sen aynı yollardan geçtiğinde ben çoktan gitmiş olabilirim.

Oysaki dağ gibi durmaktır bize yakışan.. 
Sönmeden kalmaktır aşka yakışan...

Pazar, Aralık 22

oh olsun diyen insanlara döndük

Ortalık günlerdir "tarihi yolsuzluk ve rüşvet skandalı" ile çalkalanıyor. Kendimi her ne kadar gündemden uzak tutmaya çalışsam da başaramadım. En son Gezi zamanında böyle olmuştum; laptop, iPad, telefon hepsi birden elimdeydi, sabaha kadar tweetleri, facebook iletilerini okuyor, videoları izliyordum. Bu sefer de öyle oldu; ancak tek bir farkla. Kalbim sıkışmıyordu bu sefer, korkmuyordum. Aksine, içimde tarifi zor bir heyecan vardı, mutlu bir heyecan. İçten içe sevinirken, "beter olun" derken, "oh olsun" derken buldum kendimi! Çok zordu peşin hükümlü olmamak, çok zordu her nasılsa bir anda hatırladığınız "masumiyet karinesini" akılda tutmak.

Neden mi? Nedenini sormaya gerek var mı, ne de olsa bunu siz yaptınız! Yıllardır bir arada süregelmiş hayatları o kadar keskin çizgilerle ayırdınız ki! Biz kendi halimizde hayatın akışına kendimizi kaptırmışken önceleri gizli gizli, son 2 yıldır da alenen birbirimize düşman ettiniz bizleri. Başarınızla övünün!

Mesela başı kapalı kişilere karşı hiçbir önyargım veya olumsuz düşüncem yoktu. Ama ne zaman siz "başı açık kadın perdesiz eve benzer, ya satılıktır ya kiralık" dediniz, benim içime ilk nefret tohumunu ektiniz. Bitmek bilmeyen "benim başörtülü bacım" demogojinizle ister istemez beni başörtülü insanlara karşı doldurdunuz. Sizler her fırsatta beni namussuz ilan ettiniz; yaşadığım hayata, tercihlerime utanmadan dil uzattınız. İşte bundandır, başı kapalı olup da toplum içersinde umarsızca adeta sevişen çiftleri görünce normalde başımı çevirip bakmayacakken gözlerimi gözlerine diker oldum.

Kimsenin dini inancını sorgulamadım bugüne kadar, haddime değil! Maaşallah ama siz utanmadan Allah'la kul arasındakilerin de bekçisi kesildiniz. Bir yandan dilinizden Allah'ı düşürmezken, bir yandan da her türlü günaha bulaşmaktan geri kalmadınız, en sonunda kendi halindeki insanları bile dinden soğuttunuz.

Yolsuzluklarınız bir bir gözler önüne serilirken, alabildiğine pişkinsiniz. Suçu ispatlanana kadar herkes masumdur diyorsunuz, bizleri hakkaniyete davet ediyorsunuz. Lakin biz onu da kaybettik. Gezi'de gözleriniz dönmüş halde, işine giden insanları, turistleri, savunmasız gençleri biber gazına boğduğunuzda, sokakların elektriğini kesip kendi vatandaşınızı kıstırdığınızda, sebepsiz yere genç, yaşlı, kadın, erkek demeden ölesiye dövdüğünüzde kaybettiniz siz o hakkınızı. Bu insanların suçu neydi? Neyi ispatlamıştınız da bu şiddeti meşru kıldınız? Ölenler, gözünü kaybedenler, sakat kalanlar ve binlerce psikolojik şiddet mağduru insan için "masumiyet karinesi" mevzu bahis değildi nedense. Yaralılara yardım eden doktorları, sebepsiz gözaltına alınan insanlara yardım eden avukatları yaka paça götürürken masumiyet karinesini de götürmüştünüz anlaşılan.

Bir yolunu bulup pisliklerinizi yine örteceksiniz belli, ne de olsa yasama, yürütme, yargı hepsi avucunuzun içinde. Ama olsun, bugünlerde içimde yeniden bir umut var. Bana sorarsanız, çatlaklardan iyiden iyiye su sızmaya başladı, kumdan kalenizin yıkılması üç vakte kadardır evelallah.

Pazartesi, Aralık 16

imeceyi Avrupa'dan öğrenecek değiliz:)

Geçen günkü yardımlaşma konulu yazımın ardından gelen yorumlar bir bakıma kendimizle ne kadar çeliştiğimizi gösterdi. Öncelikle hepsine yürekten katıldığımı söylemek istiyorum, zira ben de sizler gibi bir yandan elimden geldiğince ihtiyacı olanlara yardım etmeye çalışırken bir yandan da "her şeyi de halktan beklememek lazım, nerede bu devlet?" diyenlerdenim. Bana sorarsanız böyle hissetmemiz de çok doğal. Çünkü, normal şartlar altında devletin topladığı vergilerin halka hizmet olarak geri dönüyor olması gerekir. Bu sağlık hizmeti de olabilir, eğitim veya barınma hizmeti de olabilir, işsizlik yardımı da olabilir. Normal şartlar altında devletin gayesi tüketimi körükleyip dar gelirliyi ekonomik krize sürüklemek yerine gelir dağılımındaki eşitsizliği ortadan kaldırmaya çalışmak olur. Normal şartlar altında bir devlet önce kendi kendine yetecek hale gelir, ancak ondan sonra başkalarına kucak açar. Dikkat ettiyseniz hep "normal şartlar altında" diyorum, çünkü hepimiz biliyoruz ki normal bu ülkede pek rastlanamayan bir olgudur.

Hal böyle olunca bizler de kendi çapımızda Van'da hala daha sokaklarda olan depremzedelere, Güneydoğu'da yırtık ayakkabıyla karda okula giden çocuklara veya yana yakıla kan ve ilik arayan hasta yakınlarına çare bulmaya çalışıyoruz. İş başa düşünce çok da güzel yapıyoruz bunların hepsini, ne de olsa imeceyi Avrupa'dan öğrenecek değiliz:) Ama gel gör ki iş niye halkın başına düşüyor onu da içten içe düşünmeye devam ediyoruz.

Avrupa demişken o konuya da değineyim.. Eminim hepiniz Türklerin ne kadar da yardımsever oldukları, başka yerde başınıza bir iş gelse kimsenin kafasını çevirip de yardımınıza koşmayacağı vb. yorumlar duymuşsunuzdur. Özellikle de soğukkanlı addedilen Avrupalılar zan altında bırakılır büyük bir iştahla! Türklerin yardımsever oldukları bir gerçek; ancak belirli bir gelişmişlik seviyesinin mevcut olduğu ülkelerde gereken desteği devlet zaten sağlıyor olduğundan siz birey olarak başkalarının sağlık sorunlarını, can güvenliklerini, eğitim sıkıntılarını, geçim dertlerini düşünmek zorunda kalmazsınız. 

Misal, bir kaza geçirdiğinizde yanınızdan geçen bir Avrupalı'nın karga tulumba sizi arabasına koyup hastaneye yetiştirmiyor olması yardımsever olmayışından değil, böyle bir davranışa ihtiyaç olmamasındandır. Yapacağı tek şey ambulans çağırıp bilgi vermektir, zaten o ambulans da tam teçhizatlı olarak birkaç dakika içerisinde yanı başınızda bitiverir. Sokaktan geçen adamın karga tulumba sizi taşımıyor, sağa sola çekiştirmiyor olması da bana kalırsa sizin hayrınızadır; malum bizim yardımsever ülkemizde trafik kazasından sağlam çıkıp hastaneye götürülürken sakat kalanlar var. 

Can güvenliği konusunda da yandaki fotoğrafla bir örnek vereyim. Tek bir şey söyleyeyim, polisin yanı başında diz çöktüğü kız kapkaça veya tacize falan uğramış değil, yalnızca morali bozuk ve gecenin bir vakti sokak ortasında ağladığı için polis gelip ona yardım etmeye çalışıyor. Polis halkının kafasına kapsül saplayanlardan değil belli ki, o nedenle de "hoopp noooluyo kardeşim orda!!" diyen cesur mahalle abilerine ihtiyaç kalmamış.

Eğitim, işsizlik, çocuk yardımı vb. örnekleri de siz çoğaltıp yorumlarınızı bana yazın, hadi bakalım:)