Salı, Aralık 24

bir şeyi gerçekten istersen olur dediler

Hayat kısa.
Dur bakalım daha gençsin diyebilirsiniz. Evet, belki hala genç sayılırım. Ama hangi ara uçtu gitti 20'li yaşlarım? Çocukça kahkahalar atarken, hayatla dalgamı geçerken hangi ara tecrübelerimi paylaşacak raddeye geldim? Nasıl sığdırdım bunca sevgiyi, nefreti, acıyı, sevinci, heyecanı, korkuyu nispeten kısa ömrüme? Hem sahi, nasıl taşıdım ben onca yükü omuzlarımda? Yorulmadım mı kendi kendime yetmekten, çekip çevirmekten, böyle iyiyim demekten?  Yoruldum elbet, hem de çok.

İşte bu yüzdendir bir zamanlar dalgasını geçtiğim şeyleri şimdi hayatımın ön sıralarına taşımam. Bu yüzdendir keskin köşelerimin törpülenmesi, bu yüzdendir soluklanmam, akışına bırakmam, dur bakalım demem. Hayatımda neyi, kimi, neden istediğimi bir çırpıda söyleyebiliyorken, geçmişi ardımda bırakıp ileriye doğru gözü kara bir adım atmışken vazgeçmek kaybetmektir benim için. Bu yüzdendir kestirip atmak yerine içimdeki sese kulak vermem, bu yüzdendir yılmadan, usanmadan, gurur yapmadan, oyunlar oynamadan istersek olur demem.



Kendi köşene çekilmeden, savunmaya geçmeden, yakıp yıkmadan önce..
Bir dinle. 
Bir anla. 
Bir soluklan.
Belli mi olur, sen aynı yollardan geçtiğinde ben çoktan gitmiş olabilirim.

Oysaki dağ gibi durmaktır bize yakışan.. 
Sönmeden kalmaktır aşka yakışan...

Pazar, Aralık 22

oh olsun diyen insanlara döndük

Ortalık günlerdir "tarihi yolsuzluk ve rüşvet skandalı" ile çalkalanıyor. Kendimi her ne kadar gündemden uzak tutmaya çalışsam da başaramadım. En son Gezi zamanında böyle olmuştum; laptop, iPad, telefon hepsi birden elimdeydi, sabaha kadar tweetleri, facebook iletilerini okuyor, videoları izliyordum. Bu sefer de öyle oldu; ancak tek bir farkla. Kalbim sıkışmıyordu bu sefer, korkmuyordum. Aksine, içimde tarifi zor bir heyecan vardı, mutlu bir heyecan. İçten içe sevinirken, "beter olun" derken, "oh olsun" derken buldum kendimi! Çok zordu peşin hükümlü olmamak, çok zordu her nasılsa bir anda hatırladığınız "masumiyet karinesini" akılda tutmak.

Neden mi? Nedenini sormaya gerek var mı, ne de olsa bunu siz yaptınız! Yıllardır bir arada süregelmiş hayatları o kadar keskin çizgilerle ayırdınız ki! Biz kendi halimizde hayatın akışına kendimizi kaptırmışken önceleri gizli gizli, son 2 yıldır da alenen birbirimize düşman ettiniz bizleri. Başarınızla övünün!

Mesela başı kapalı kişilere karşı hiçbir önyargım veya olumsuz düşüncem yoktu. Ama ne zaman siz "başı açık kadın perdesiz eve benzer, ya satılıktır ya kiralık" dediniz, benim içime ilk nefret tohumunu ektiniz. Bitmek bilmeyen "benim başörtülü bacım" demogojinizle ister istemez beni başörtülü insanlara karşı doldurdunuz. Sizler her fırsatta beni namussuz ilan ettiniz; yaşadığım hayata, tercihlerime utanmadan dil uzattınız. İşte bundandır, başı kapalı olup da toplum içersinde umarsızca adeta sevişen çiftleri görünce normalde başımı çevirip bakmayacakken gözlerimi gözlerine diker oldum.

Kimsenin dini inancını sorgulamadım bugüne kadar, haddime değil! Maaşallah ama siz utanmadan Allah'la kul arasındakilerin de bekçisi kesildiniz. Bir yandan dilinizden Allah'ı düşürmezken, bir yandan da her türlü günaha bulaşmaktan geri kalmadınız, en sonunda kendi halindeki insanları bile dinden soğuttunuz.

Yolsuzluklarınız bir bir gözler önüne serilirken, alabildiğine pişkinsiniz. Suçu ispatlanana kadar herkes masumdur diyorsunuz, bizleri hakkaniyete davet ediyorsunuz. Lakin biz onu da kaybettik. Gezi'de gözleriniz dönmüş halde, işine giden insanları, turistleri, savunmasız gençleri biber gazına boğduğunuzda, sokakların elektriğini kesip kendi vatandaşınızı kıstırdığınızda, sebepsiz yere genç, yaşlı, kadın, erkek demeden ölesiye dövdüğünüzde kaybettiniz siz o hakkınızı. Bu insanların suçu neydi? Neyi ispatlamıştınız da bu şiddeti meşru kıldınız? Ölenler, gözünü kaybedenler, sakat kalanlar ve binlerce psikolojik şiddet mağduru insan için "masumiyet karinesi" mevzu bahis değildi nedense. Yaralılara yardım eden doktorları, sebepsiz gözaltına alınan insanlara yardım eden avukatları yaka paça götürürken masumiyet karinesini de götürmüştünüz anlaşılan.

Bir yolunu bulup pisliklerinizi yine örteceksiniz belli, ne de olsa yasama, yürütme, yargı hepsi avucunuzun içinde. Ama olsun, bugünlerde içimde yeniden bir umut var. Bana sorarsanız, çatlaklardan iyiden iyiye su sızmaya başladı, kumdan kalenizin yıkılması üç vakte kadardır evelallah.

Pazartesi, Aralık 16

imeceyi Avrupa'dan öğrenecek değiliz:)

Geçen günkü yardımlaşma konulu yazımın ardından gelen yorumlar bir bakıma kendimizle ne kadar çeliştiğimizi gösterdi. Öncelikle hepsine yürekten katıldığımı söylemek istiyorum, zira ben de sizler gibi bir yandan elimden geldiğince ihtiyacı olanlara yardım etmeye çalışırken bir yandan da "her şeyi de halktan beklememek lazım, nerede bu devlet?" diyenlerdenim. Bana sorarsanız böyle hissetmemiz de çok doğal. Çünkü, normal şartlar altında devletin topladığı vergilerin halka hizmet olarak geri dönüyor olması gerekir. Bu sağlık hizmeti de olabilir, eğitim veya barınma hizmeti de olabilir, işsizlik yardımı da olabilir. Normal şartlar altında devletin gayesi tüketimi körükleyip dar gelirliyi ekonomik krize sürüklemek yerine gelir dağılımındaki eşitsizliği ortadan kaldırmaya çalışmak olur. Normal şartlar altında bir devlet önce kendi kendine yetecek hale gelir, ancak ondan sonra başkalarına kucak açar. Dikkat ettiyseniz hep "normal şartlar altında" diyorum, çünkü hepimiz biliyoruz ki normal bu ülkede pek rastlanamayan bir olgudur.

Hal böyle olunca bizler de kendi çapımızda Van'da hala daha sokaklarda olan depremzedelere, Güneydoğu'da yırtık ayakkabıyla karda okula giden çocuklara veya yana yakıla kan ve ilik arayan hasta yakınlarına çare bulmaya çalışıyoruz. İş başa düşünce çok da güzel yapıyoruz bunların hepsini, ne de olsa imeceyi Avrupa'dan öğrenecek değiliz:) Ama gel gör ki iş niye halkın başına düşüyor onu da içten içe düşünmeye devam ediyoruz.

Avrupa demişken o konuya da değineyim.. Eminim hepiniz Türklerin ne kadar da yardımsever oldukları, başka yerde başınıza bir iş gelse kimsenin kafasını çevirip de yardımınıza koşmayacağı vb. yorumlar duymuşsunuzdur. Özellikle de soğukkanlı addedilen Avrupalılar zan altında bırakılır büyük bir iştahla! Türklerin yardımsever oldukları bir gerçek; ancak belirli bir gelişmişlik seviyesinin mevcut olduğu ülkelerde gereken desteği devlet zaten sağlıyor olduğundan siz birey olarak başkalarının sağlık sorunlarını, can güvenliklerini, eğitim sıkıntılarını, geçim dertlerini düşünmek zorunda kalmazsınız. 

Misal, bir kaza geçirdiğinizde yanınızdan geçen bir Avrupalı'nın karga tulumba sizi arabasına koyup hastaneye yetiştirmiyor olması yardımsever olmayışından değil, böyle bir davranışa ihtiyaç olmamasındandır. Yapacağı tek şey ambulans çağırıp bilgi vermektir, zaten o ambulans da tam teçhizatlı olarak birkaç dakika içerisinde yanı başınızda bitiverir. Sokaktan geçen adamın karga tulumba sizi taşımıyor, sağa sola çekiştirmiyor olması da bana kalırsa sizin hayrınızadır; malum bizim yardımsever ülkemizde trafik kazasından sağlam çıkıp hastaneye götürülürken sakat kalanlar var. 

Can güvenliği konusunda da yandaki fotoğrafla bir örnek vereyim. Tek bir şey söyleyeyim, polisin yanı başında diz çöktüğü kız kapkaça veya tacize falan uğramış değil, yalnızca morali bozuk ve gecenin bir vakti sokak ortasında ağladığı için polis gelip ona yardım etmeye çalışıyor. Polis halkının kafasına kapsül saplayanlardan değil belli ki, o nedenle de "hoopp noooluyo kardeşim orda!!" diyen cesur mahalle abilerine ihtiyaç kalmamış.

Eğitim, işsizlik, çocuk yardımı vb. örnekleri de siz çoğaltıp yorumlarınızı bana yazın, hadi bakalım:)

Cumartesi, Aralık 14

Az veren candan (peki hiç vermeyen?)

Artık büyüdüm dediğiniz andan itibaren bilinçli olarak yapmaya başladığınız şeylerden birisidir yardımlaşmak. Yardımın azı, çoğu, zamanlısı, planlısı olmaz bana göre, zorlamakla da olmaz, içten geleni makbuldür çünkü. Kimi zaman okumak isteyen bir çocuğun kitaplarını alırsınız, kimi zaman bir hastaya kan verirsiniz, kimi zaman da artık görmeyen gözleriyle bir köşede tülbent oyalayan nineye hal hatır sorar, destek olursunuz. İnsanların acıma duygularını istismar edenleri, işi dolandırıcılığa vardıranları bir kenara bırakırsak hepimizin çevresinde gerçekten yardıma muhtaç birilerinin olabileceğini düşünüyorum. Üstelik bana sorarsanız her geçen yıl, sayıları daha da artıyor. Yarın öbür gün bana ne olacağının garantisi var mı? Yok. Burası Türkiye.. eşitsizlikler ülkesi, bir anda tepetaklak olanların ülkesi, halkına sırtını dönen bakanların ülkesi.. Bu sebeptendir ki imece usulüyle devam eder bu ülkede hayat, eh bize de yakışan payımıza düşeni yerine getirmektir o halde:)

Fotoğrafta gördüğünüz paketi hazırlarken yazdım bu satırları. Bu ciciler Suruç Şanlıurfa'daki bir okula gidecek. Belki yalnızca birkaç çocuğu mutlu edebileceğim ama olsun. Ne demiş atalarımız, az veren candan! Bana sorarsanız birisine yardım etmenin, gözlerindeki minneti ve mutluluğu görmenin verdiği iç huzuru çok az şeyde var. Sizler de destek olmak isterseniz bana yazın, Suruç'ta çocukları için canını dişine takan dünya tatlısı bir okul müdürümüz var, eminim o da çok mutlu olacaktır.


Başlığa "peki hiç vermeyen?" yazdık ama onlardan bahsetmedik, eh o da bir sonraki yazının konusu olsun. Hadi bakalım, şimdi o çok "yoğun" hayatlarımızdan 5-10 dakika çalıp başkaları için bir şeyler yapalım!

Salı, Aralık 10

yüzzlerceee otobüs aldııık (peki minibüsler kalkıyor mu?)

Başbakan bir yandan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) diğer yandan her fırsatta kaç yüz yeni otobüs daha aldıklarını yedi düvele ilan edip duruyorlar. Esasında vergileriyle o otobüsleri alan başbakan değil halkın ta kendisi ama neyse, konumuz bu değil. İstanbul'un cinnet geçirten trafik sorununu çözebilmesi için daha çok otobüse ihtiyacı var, bu kesin. Lakin, merak ettiğim bazı noktalar var.

Yüzlerce otobüs nerede? Zira ben Bostancı'dan Kadıköy'e gitmek için en az 20-30 dakika otobüs bekliyorum. 30 dakika sonra gelen balık istifi otobüse binebileceğimin de garantisi yok üstelik. Bizim buralardan AKP'ye oy çıkmıyor diye otobüse binme hakkımız mı yok acaba? Veya çok zengin bir muhitiz de hepimiz arabalarımıza mı binmeliyiz? Yoksa nasılsa artık metro var, ne olur canım E-5'e kadar 3 km yürüyüverseniz diye mi düşünüyorlar? Banliyo trenini kaldırıp sağı solu hepten kilit ettiklerini de birileri kendilerine hatırlatırsa sevinirim. İçimden bir his bütün bu gıcır otobüsler birkaç yıl önce adını bile bilmediğimiz; makarna, kömür dağıtımlarıyla meşhur o semtlerin hizmetine sunuluyor diyor. Eğer öyleyse AKP'nin A'sına olan inancım korkarım zedelenecek!

Minibüsler ne zaman kalkıyor? İBB diyor ki İstanbul'da İkarus dönemi bitti, artık çevreci ve engellileri düşünen bir toplu taşıma sistemi var. Çok güzel, peki o zaman Kadıköy-Pendik hattı başta olmak üzere minibüsler ne zaman kalkıyor? 

Dedim ya yüzlerce yeni otobüse rağmen 20-30 dakika bekliyorum diye, geçenlerde üşenmedim saydım. Otobüs beklerken 41 tane minibüs geçti önümden. 3-4 değil bakın, tam tamına KIRK BİR tane! Tahmin edersiniz ki 2 şerit yolda bu minibüsler dörtlü gruplar halinde yolcu kapma yarışındalardı, içlerinde seyahat edenler de muhtemelen o dur-kalklar yüzünden ayran kıvamındalardı. Çünkü  %90'ının psikolojik tedavi görmesi gerektiğine inandığım sürücüleri sağ olsun minibüsle seyahat ediyorsanız trafik akmasa da bulunduğunuz yerden fırlamamak için adeta kazık çakmanız lazım. Üstelik artık her kim denetliyorsa, minibüs sürücüleri toplu taşıma araçlarında yasak olmasına rağmen bir ellerinde sigara, diğer ellerinde de telefon varken araç kullanabiliyorlar. Gördüğüm kadarıyla ışıklar, hız limitleri vb. trafik kurallarından da muaflar. Henüz 30 metreden fazla aynı şeritte kaldığına şahit olmadığım bu sürücülerin dakikada 11 kere kornaya basabilme yeteneklerine de ayrıca şapka çıkartmak gerekiyor herhalde! Adı minibüs caddesi olarak anılan bir yolda, trafik zaten milim milim ilerliyorken, her el kaldıranı yunus misali havada kapıyorken, neden bir de korna çalma gereği hissediyorlar bir keresinde dayanamayıp sormuştum, "öyle gerekiyor" demişti sürücü. Mesleki eğitimlerinin bir parçası olsa gerek, kadın aklımla pek bilemiyorum tabii. 


Beğenmeyen binmez diyenler olabilir, peki minibüslerlerin bizzat sebep olduğu trafik sorunları çözülecek mi o zaman? Veya tıpkı geçen gün haberlerde izlediğimiz gibi kopup gelen bir minibüsün üzerime düşmesini önleyebilecek miyim? Çevreyi korumaktan, engellilerden bahsediyor İBB, yahu minibüs denen çağ dışı ulaşım aracı evvela akıllara zarar! Abarttığımı düşünenler Google'da minibüs terörü diye arasın.
 
Hazır bugün K. Kılıçdaroğlu kendince tarihi bir çıkış yapmışken, fırsattan istifade ben de geri kalmayayım, öyle değil mi ama?

Pazar, Aralık 8

enginlere sığmam taşarım (istatiksel olarak!)

Yakın zamanda dinlediğim bir konuşma "ben kimim?" sorusuna farklı bir açıdan yaklaşmamı sağladı. Aslında konuşmanın amacı demografik istatistikler eşiliğinde müşterilerimizi daha iyi tanımamızı sağlamaktı; ancak bendeki etkisi müşterilerden ziyade kendi içime yaptığım yolculuk oldu. Ve bir anda dank etti, ben hiçbir kalıba sığmıyordum!

Açıkçası bugüne kadar aynaya bakıp da böyle bir fikre kapıldığım olmamıştı hiç. Sonra aldım kalemi elime yazmaya başladım..

Türküm ve tüm kötü imajımıza rağmen bundan gurur duyuyorum.
En az 4 kuşaktır İstanbulluyum, "memleket nere?" muhabbetinden hazzetmem.
Atatürkçüyüm. Yobazlığın her türlüsüne karşıyım.
Kadınım. Çocukken hiç dayak yemedim, tacize uğramadım.
Üniversite mezunuyum. Hatta şu sıralar ikinciyi okuyorum.
2 yabancı dil biliyorum. Hem öyle "biliyorum ama konuşamıyorum" diyenlerden de değilim.
Yurt dışında yaşadım, üstelik ülkenin en büyük şirketinin merkezinde çalıştım.
Yabancı bir şirkette çalışıyorum. Yöneticiyim.
Yaşım kadar ülke gördüm. Hayır, bu satırları 2 yaşında süper zeka bir bebek yazmıyor.
Bekarım. Aile baskısından bunalıp 18'inde kocaya kaçmak zorunda kalmadım.
Berdelle satılan çocuk gelin olmadım.
Yalnız yaşıyorum. Yaşadığım evi kendi kazancımla satın aldım.

Bunlar ilk fırsatta kalemimden dökülenler oldu. Sonra hepsini bir araya getirip istatistiklerden bir sonuca varmaya çalıştım. Küsüratlarda kayboldum, bir yere varamadım.

Dedim ki rakamlardan ziyade elle tutulması zor olan şeyleri düşüneyim, mesela manevi değerlerden bir ortak payda çıkartabilirdim belki?

Vatan, bayrak, cumhuriyet aslolandır. Tüylerimin diken diken olması bundandır. 
Arkadaşlarını satmak kitabımda yazmaz. En yenisi 10 yıllıktır.
Tonton teyzelere dahi "offff kes sesini yaaa" diyebilen saygısızlardan olmadım.
İftira atmadım. Bir şey söylüyorsam nedensiz değildir. Er ya da geç anlarsınız.
Egoları uzaya varmış insanlardan değilim, mütevazi olmayı bir meziyet bildim.
Sürekli şımartılmazsa nefesi kesilecekmiş hissiyle yaşayanlardan da olmadım. 
En ufak olumsuzlukta dünyası başına yıkılanlardan değilim, her fırtınadan çıkmasını bildim çok şükür, bazen tek başına, bazen de sığınarak güvendiğim limanlara..
Kendi kendime yetmesini bildim. Başını yaslayacak bir omuz olsa da olmasa da.

Her şey için önce Allah'a, sonra da kendime ve beni bugünlere getirenlere şükürler olsun.
Sonuç?
Benim gibi insanlar çok az günümüz Türkiye'sinde.. Ama biz de varız! Ve biz de sizin gibi etten, kemikten, sinirden insanlarız. İyi insanlar olmaya çalışıyoruz. Mükemmel değiliz. Hata yaptığımızda suçu başkasına atmak yerine ders çıkartmaya çalışıyoruz. Ben artık oldum diyeceğimize her gün yeni şeyler öğreniyoruz. İçimizde fırtınalar kopsa da sızlanmıyoruz, gülümsemeye devam ediyoruz. Empati kurmaya önem veriyoruz. Diyeceğim o ki, kendinizden farklı olandan bu kadar korkmayın. Bu kadar körkütük saldırmayın. Alttan alttan, yüzümüze gülüp sırtımızdan sinsice bıçaklamayın. Her fırsatta şakayla karışık iğnelemeyi marifet saymayın. Kendi kalıplarınıza sokmaya, ezmeye çalışmayın.

Ne demiş şair?
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım! Sonra boğulur giderseniz karışmam.





Cumartesi, Aralık 7

5 adımda twitter'da kurumsal hesap yönetimi

Türkiye'de sosyal medyanın, özellikle de twitter'ın gücünü ilk kez tam anlamıyla Van depremi sonrasında gördük bana kalırsa. Geleneksel haber kanalları henüz cümlelerini toparlarken twitter üzerinden çok daha sağlıklı bilgiler almış, yüzlerce insanın kısa sürede kurtarılmasını sağlamış, belediyelerde toplanan ayni yardımlar ve #evimevindir vb. birçok organize yardım kampanyasını başlatmıştık bile. Bana sorarsanız müthiş bir histi.

Başlamadan önce bir konuya açıklık getireyim, bu bir akademik çalışma değildir. Uzun yıllardır twitter kullanan ve sosyal medyanın gücüne inanan biri olarak kurumsal hesaplarla ilgili gözlemlerimi aktarmak istiyorum sadece. twitter'da bireysel hesabınız varsa, bana göre söyleyecekleriniz yalnızca sizi bağlar, yorum yapmak da kimsenin haddine düşmez; ancak kurumsal bir hesabın yönetimi söz konusuysa (ki buna topluma mal olmuş kişiler de dahil) işte o noktada biraz daha profesyonellik fena olmaz sanırım :)

Eh, o halde buyrun size kurumsal hesap yönetiminde en sık karşılaştığım 5 hata:

1- twitter'ı devlet dairesi mantığında kullanmak
twitter bir devlet dairesi değildir. Hele satış ve müşteri odaklı bir kurumsanız, siz siz olun Cuma akşamı atılan tweet'e Pazartesi sabah 09:30'da cevap yazmayın ve de mümkünse asla "mesajınız ulaşmıştır, "çağrı merkezimizi aramanızı rica ederiz" vb. otomatik yanıtlar kullanmayın. Laf olsun diye twitter hesabı açmış ve zaten problem yaşayan müşterinizi daha da mutsuz bir hale sokmuş olursunuz sadece. Gerçekten iyi bir örnek görmek isteyenlere Migros Sanal Market'in hesabını incelemelerini öneririm.

2- twitter'da hikaye yazmak
Sevgili kurumlar ve özellikle de politikacılar(!), twitter 140 karakter mantığı üzerine kurulu, bu nedenle aynı konuda arka arkaya 30 tweet atmazsanız veya konuşmalarınızı noktası virgülüne kopyalamazsanız pek memnun oluruz. "Bugün ... şehrinde vatandaşlarla bir araya geldik" içerikli maaşallah hikaye kitabı uzunluğundaki tweet'lerinizin ilgi çekmediğini ve hatta takipçi kaybetmenize sebep olduğunu garanti edebilirim. Kötü örneklerde başı Tayyip Erdoğan'ın ve Mustafa Sarıgül'ün hesapları çekiyor, ikisine de global örnekler üzerinden eğitim verilmesini öneririm.


3- ne kadar da harikayız fikrini dayatmak
Beğenildiğinizi/müşteri memnuniyetini gösteren bir tweet aldığınızda RT etmeniz bir yere kadar kabul edilebilir, veya bir bilgi paylaşımı yapıldığında başkalarının da faydalanması için paylaşmanız da gayet normal. Ama sırf sizi takip ediyoruz diye ekstradan abidik gubidik 150 tweet'i de okumamız gerekmiyor! O yüzden egonuza yenik düşmeden önce 10 kere derin nefes almanızı, mümkünse bir yürüyüşe falan çıkmanızı tavsiye ediyorum :)

4- ilkokul terk seviyesinde tweet'ler atmak
Sosyal medyadaki prestijinizi emanet ettiğiniz kişilerin mümkünse Türkçe bildiğinden emin olun. Yok gerçekten şaka yapmıyorum. Daha cümle kuramayan bir hesaba konu şirketin bana vereceği hizmet anca kuşku doğurur, ıssız bir adaya düşmediysem sizi tercih etmem, bilesiniz. Bu gruba dahil hesapların bazılarının eğitim kurumlarına, haber sitelerine ve yazarlara ait olduğunu gördükçe gerçekten kahroluyorum.

5- sahte takipçiler üzerinden gündem yaratıp propaganda yapmak 
Bana göre en kötüsünü sona sakladım. Takipçi sayınız çok gözüksün de ne kadar önemli olduğunuzu herkes anlasın diye, savunduğunuz fikir TT olsun da sesiniz daha çok çıksın diye yumurta tabir edilen sahte hesaplar satın almak, önceden verilmiş cümleler üzerinden parayla sizi öven tweet'ler attırmak sonra da "ay çocuklar teveccühünüz" havalarına girmek ne kadar sahtekar olduğunuzu gösteriyor sadece, üzgünüm yemiyoruz.

Sahi siz "benim babam senin babanı döver" deme yaşını geçmediniz mi hala?

Perşembe, Aralık 5

benden sonra tufan

Erenköy'deyim. Karşıdan karşıya geçmek üzere kaldırımda bekliyorum. Trafik ışığı taşıtlar için sarıya dönüyor, karşıdan gelen sürücü bir hayli mesafe olmasına rağmen gaza basıyor. Trafik ışığı sürücü için kırmızıya, ardından benim için yeşile dönüyor; ancak sürücü hala gazı köklemekle meşgul. Karşıdan karşıya geçme hakkımı kullanabilmem için canımı tehlikeye atmam ve kendi imkanlarımla o aracı durdurmam lazım. Neden? Çünkü İstanbul'un en nezih semtlerinden birinde, altına Range Rover çekmesini bilen genç beyimiz için "benden sonra tufan" mantığı geçerli; yaya geçidiymiş, trafik ışığıymış, sarıymış, kırmızıymış fark etmiyor.

Alışveriş merkezindeyim. Bir şeyler deneyip kasa kuyruğuna giriyorum; önümde iki kişi, arkamdaysa gittikçe uzayan bir kuyruk var. Göz açıp kapayıncaya kadar 60-65 yaşlarında bir hanım önüme geçmeye çalışıyor. Kendisini kibarca uyarıyorum; her şeyden evvel beni yetiştiren babaanneme saygımdan oldum olası yaşlı kişilere ekstra bir itinayla yaklaşırım. Payetli şık bluzuna, sabahın erken saatlerine rağmen kuaför elinden çıktığı belli saçına ve manikürlü ellerine bakınca neredeyse benden daha dinç gözüken hanım araya kaynamaya çalıştığı yetmiyormuş gibi, bir de yaşından mütevellit kendisine sıramı vermediğim için bana tepki gösteriyor! Neden? Çünkü ondan sonra tufan; hele o alışverişini tamamlasın, birilerinin hakkını gasp etmiş, kuyruğa girmemiş, aman canım kimin umurunda ki?

Metrodayım. Daha inmemle birlikte önümden koşan güruhu görseniz yanlışlıkla Burhan Felek'te atletizm antremanına geldim sanırsınız, Usain Bolt halt etmiş. Niye koşuyor bu insanlar? Yürüyen merdivenle 1-2 dakikada yukarı çıkmak yerine asansörde yer kapmak için. O asansör yaşlılara, engellilere ve çocukla seyahat edenlere tahsis edilmiş, seninki gibi atletizm rekoru kırabilecek güçteki bedenlere değil. Ama ne fark eder, önemli olan senin avantadan 3-5 saniye de olsa rahat etmen, ne de olsa senden sonra tufan! Varsın iki büklüm olmuş o yaşlı amca da bir sonraki asansöre biniversin canım, sakın ha yol vereyim diye düşünme. Hem zaten o yaştaki adamın neyine metro falan değil mi?


Örnekleri sayfalarca uzatabilirim ama ne demek istediğimi anladınız sanırım. Yalnızca benim ülkemin insanına mahsus bu "hele bir benim işim hallolsun da" mantığı maalesef o çok övünülen pratik zekamızdan veya iş bitiriciliğimizden kaynaklanmıyor. Tam tersine, tek yaptığımız ne kadar medeniyetsiz ve saygısız olduğumuzu ilan etmek oluyor. 



Siz istediğiniz kadar kendinizin ve başkalarının hakkına saygı göstermeye çalışın; ya benim gibi cazgır, her önüne gelene laf yetiştiren birisine dönüşürsünüz, ya da birilerinden sonraki tufanda karambole gidersiniz. Kim bilir, belki yurdumun insanı da gün gelir evrimini tamamlar da, rahat bir nefes alırız:)

Çarşamba, Aralık 4

bilmem kaç milyaaaaar ağaç diktiiiik (çevreciyiz biz be!)

Başbakanın Gezi zamanında her fırsatta bağıra bağıra İstanbul'a milyarlarca ağaç diktiğini anlatışı eminim çoğunuzun hafızasındadır. Gün geçtikçe hızla beton yığınına dönüşen İstanbul'a baktıkça hesabı bir türlü tutturamıştık, gerçi orada mesele ağaç da değildi ama olsun, o başka bir yazı konusu olsun. Geçenlerde başbakan "çevreciyiz biz be!" diyerek konuyla ilgili hassasiyetini kibarca ifade ettiğinden beri tekrar düşünür oldum ve en sonunda hesaplama formülünü buldum sanırım!

İstanbul'un neredeyse tamamı ne anlama geldiğini veya hangi estetik anlayışına sığdığını çözemediğim garip şekilli peyzaj çalışmalarıyla doldu.


Önceleri yalnızca 1-2 otoyol kenarıyla sınırlıyken artık her bulunan boş alanı kargacık burgacık bu şekillerle kaplayıp içlerini envai çeşit bitkilerle dolduruyorlar. Boş yeşil alan yoksa bile belediyemiz hız kesmeyip yaratıcı plastik uygulamalarını halkımızın beğenisine sunuyor! İşte, hesap da burada başlıyor; çünkü bu şekillerin içi sürekli hummalı bir çalışmayla doldurulup hemen ardından yine hummalı bir çalışmayla sökülüyor ve yerine yenileri dikiliyor. 
Alın size milyarlarca dikim!! 
Peki ama sorabilir miyim neden?



Bu şekilleri yapmak şart mı; sadece çimen ve ağaç neyimize yetmiyor? Diyelim ki renk katacağız, yaz kış dayanabilen çiçeklerimiz varken iki ayda bir dikileni sökmek midir çevrecilik? Ne yapıyorsunuz söktüğünüz o çiçekleri? Kim veriyor tüm bu söküp dikmelerin parasını? Tünel duvarlarına kadar plastik çiçekle kaplamak milli servetin ziyanı değilse nedir?  

Mümkünse vergilerimin geçip gittiğim otoyoldaki plastik çiçeklerden ziyade pislikten insanların sağlam girip hasta çıktığı devlet hastanelerine, doğal tarımın desteklenmesine, engellileri topluma kazandıracak projelere, şiddet gören kadınların, bakıma muhtaç yaşlıların faydalanabileceği merkezlere harcanmasını tercih ederim. Liste uzayıp gider ama her nedense önceliğimiz peyzaj olmuş çıkmış!
 
İlla çevreci olacaksanız işe yeşili koruyarak başlamanızı tavsiye ederim. Mesela benim balkonumda 10 yıldır aynı çiçekler şu mevsimde bile hala aynı güzellikte çiçek açıyorlar. Üstelik iki ayda bir söküp yerlerine yenisini dikmiyorum. Onları şekilden şekile de sokmuyorum.
 
Kim bilir sizin kadar olmasa da çevreciyizdir belki biz de be!

Salı, Aralık 3

Bağışıklık sistemimi kaybettim, hükümsüzdür (!)

Aslında beni boşverin.. Bilenler bilir; oldum olası ÜSYE (Üst Solunum Yolları Enfeksiyonu) benim en kadim dostumdur. Böyle geldim, böyle gideceğim ben artık alıştım :)

Ama dikkatinizi çekmek istediğim bir başka nokta var. Son zamanlarda "bağışıklık sistemini güçlendirici" ne kadar çok bitkisel ürün, vitamin, takviye gıda vs. çıktı farkında mısınız? Multi-vitaminler, propolisler, beta-glukanlar, sardunya köküne varana kadar başlı başına ayrı bir sektör oluştu. Peki ama birkaç yıl öncesine kadar kışın portakal yiyerek soğuk algınlığından korunan insanlarken ne oldu da üçer beşer hapları yutar olduk?

Artık yediğimiz neredeyse hiçbir şeyin doğal olmaması olabilir mi sebebi? Adını dahi koyamadığımız, daha doğrusu koymak istemediğimiz, çeşit çeşit katkı maddeleri olabilir mi mesela sebebi?

Ben gıda mühendisi veya beslenme uzmanı değilim sonuçta; ancak kendi çapımda elbette gözlem yapıyorum ve bir süredir satın aldığım gıdaları tamamen çocukluk hafızama göre tahlil ediyorum. Çocukluğumdaki gibi kokan domatesin peşinden gidiyorum, ikinci gün suya dönen maydanozun yerine balkondaki saksıda tohumdan yetiştirmeyi deniyorum veya 3-4 hafta bozulmadan kalabilen ekmek veya yoğurt gerçekten "doğal" olamaz diyerek üşenmeyip evde yapıyorum.


Elbette İstanbul'da yaşayıp satın aldığım tüm ürünlerde bunu yapmam mümkün değil; ancak az da olsa bilinçlenmekte hepimiz için fayda var diye düşünüyorum. Bakın bunu ben söylüyorum! Ben ki köfte, makarna, patates ile büyüyen, para karşılığı haftada 1 fasulye, ıspanak yiyen, sebzelerin adını 30 yaşında öğrenen biriyim. Ama beni dinlemenizi umuyorum, zira bundan sonrası için durum daha da vahim olacak. Doktorların artık neredeyse kanıksadığımız kanser vakalarında sağlıksız beslenmenin önemine dikkat çektiği bir gerçek, devletin doğal tarımı desteklemek yerine ne idüğü belirsiz hibritlere çiftçiyi zorladığı bir gerçek, bir zamanlar tahıl ambarı olarak anılan ülkemizde en temel gıdaların bile artık ithal edildiği de maalesef bir gerçek.

O yüzden siz benim gribi boşverin de, kendiniz için, çocuklarınız için ne yapıyorsunuz onu söyleyin?