Salı, Ağustos 16

Havaalanından kadın manzaraları...


Çok yakında yeniden Danimarka'ya gidiyorum. Oradayken neler yapsam acaba diye düşünürken aklıma önceki seyahatlerim ve dolayısıyla da havaalanı anılarım geldi. Uçağa bineceği için bu kadar kendinden uzaklaşan bir ırk daha yoktur sanırım. Gelin bugün size havaalanındaki Türk kadınlarından bazı örnekler vereyim, dönüşte de erkekleri incelemeye alırız :)

  • Genç kesimin saçları yapılı, yüzleri düğüne gidermişcesine makyajlıdır. Tercihleri mutlaka daracık kıyafetler ve topuklu ayakkabıdan yanadır. Kan dolaşımı durmuş, firketeler beynine kadar batmış kime ne! Ama orta yaşı geçtikten sonra rahatına düşkün olur, naylon çorap üstü terliği dünyalara değişmez.
  • Havaalanında kontrolden geçeceğini bile bile ayaklı Kapalıçarşı gibidir; o kolyeler, bilezikler, yüzükler, halhallar öttükçe kendine değil güvenlik görevlisine sinirlenir.
  • Uçağın kalkmasını beklerken kıtlıktan çıkmışcasına çikolata, içki, sigara ve kozmetik malzemesi almaya çalışır, hiç Türk olmayan birinin size gelip de limitim doldu sizin pasaporta işletebilir miyim dediğini duydunuz mu mesela?
  • Çocuklarıyla gurur duyar ama "İsmail gelirsem oraya bacaklarını kırarım" diye terminaller ötesi bağırmaktan da kendini alamaz. Tehditler çoğu zaman işe yaramaz, çocuklar bağırmaya, tekmelemeye ve koşturmaya devam eder.
  • Uçak yolculuğu bu, ne olacağı belli olmaz. Yolculuğa özel sarma, köfte, ekmek arası sandviç üçlüsünü yanından ayırmaz, uçuş sırasında da itinayla elden ele gezdirerek beğeni toplar.
  • Ne olacağı belli olmaz dedik ya; uçağa biner binmez ne kadar yastık, battaniye, gazete varsa toplayıp portakal suyuyla fındığın yolunu gözlemeye başlar. 
  • Teyzelerimiz için bavulların kaybolma riski en fenasıdır. Onlar barkod etiketlerine, bagaj bantlarına falan güvenmezler. Kimi zaman poşetler, kimi zaman iple bağlanmış koliler, kimi zaman da bez çantalar kullanır minik minik bavulcuklar hazırlarlar yanlarına almak için. Gerekirse eşin dostun bavulcuklarına aktarma yapar ama her seferinde kabin bagajı limitlerini ağlatırcasına zafer kazanırlar. Genç nesil bu korkuyu nispeten üzerinden atmıştır; pasaporttan geçer geçmez ilk işi bagaj bandının en önündeki yeri kapmak için atletizm rekoru kırmak olur.
Türk kadını tüm bu maceranın sonuna geldiğinde mutsuzdur. Kolay mı uçmak, her tarafı tutulmuş, elleri ayakları davul gibi olmuştur. Uçak çok sallamış, midesi bulanmış, tansiyonu fırlamıştır. Ama coşkuyla alkışlayıp pilota saygılarını sunmaktan da geri kalmaz, ne de olsa uçmayı seven bir kadındır o :) 
  

Pazartesi, Ağustos 8

Benden Pollyanna olur mu?

Eeee nerede kalmıştık?
Sürekli eleştiriyorum biraz da hayatın güzel yönlerini kaleme alayım dedim, bir baktım ki koskoca 2 ay geçmiş yazmayalı! Görüşmeyeli neler oldu bir düşüneyim.. Hala bardağın boş tarafından bakıyorum mesela, ama kendimce bu halimle eğleniyorum da aslında. Birşeyleri gözlemlemek; yolunda gitmeyen, eksik kalan şeyleri fark edip inceden dalgamı geçmek beni kötü bir insan yapar mı sizce? Ne zaman pozitif olmayı denesem kendimi Pollyanna gibi hissetmeye başlıyorum, özümden uzaklaşıyormuşum gibi geliyor. Kimbilir belki de mutluluğun yolu Pollyanna olmaktan geçiyordur..
Şükretmeyi bilmek, umudunu yitirmemek, vazgeçmek yerine azmetmek gerek farkındayım. Anlaşılan bugün yine birinin beni iteklemesi lazım, çünkü çok karamsarım. Kendini şartlayabilen, olayları görmek istediği gibi görebilen, istediğini elde etmek uğruna yılmadan, usanmadan ve hatta utanmadan didinen insanlara şapka çıkarma yazımdır bu!
Herkese mutlu günler :)

Pazar, Mayıs 22

bana vaat ettiğin bir hayal miydi?


Bir reklam izliyorum, altından geçen minnacık yazılarda bambaşka şeyler anlatıyor. Bir söyleşi okuyorum, aslında demek istediğimiz o değildi, çarpıtıldı diyorlar. Yol boyunca ilanlarını gördüğüm bir hizmeti talep ediyorum, aaa öyle bir hizmetimiz yok ki diyorlar.

Peki biz neden sürekli kandırılıyoruz? Bu bir pazarlama taktiği midir, koordinasyon eksikliği midir yoksa düpedüz dolandırıcılık mıdır?


Örnek vermek gerekirse bir GSM operatörü yeni bir cihaz kampanyası başlatmış; ancak kampanyanın başladığı tarihte İstanbul'daki hiçbir mağazasında ilgili cihaz bulunmuyor. Birçok mağazasının kampanyadan haberi bile yok, cihaz bize ne zaman gelecek bilmiyoruz diyorlar. Böyle bir durumla karşılaşan tüketicinin satın alma isteğinin artacağıyla ilgili bir araştırma sonucu var mı acaba?
Diğer bir örnek e-ticaret sitelerinden birinin koşulsuz para iadesi hizmeti, sorup soruşturup yetkililerden bilgi almayı başarabilirseniz aslında para iadesinin olmadığı, sadece bazı durumlarda hediye çeki uygulamasının olduğunu görüyorsunuz. O hediye çekini kullanabilmek için sizi mağdur eden firmadan bir kez daha alışveriş yapmayı göze almanız gerekiyor. Tabii gazetelerde vb yayın organlarında çarşaf çarşaf ilanlar var "koşulsuz iade" diye. Bazı tüketiciler bu balona kapılıp sizden alışveriş yapabilir; ancak gerçeği öğrendiklerinde size verecekleri zararın kandırmacayla kazandığınız üç beş kuruştan çok daha fazla olacağı kanaatindeyim.
Maalesef Türkiye'de her alanda bir kandırmacadır gidiyor, yukarıda yazdıklarım sadece 2 küçük örnek. İpliği pazara çıkanlarsa bahanelerini çoktan hazırlamış bile. Ya bir yanlış anlaşılma olmuştur, ya birileri sözlerini çarpıtmıştır, ya da bir komploya kurban gitmişlerdir! Evet biz hata yaptık demek için Japon olmak gerek herhalde... Adalet sisteminin çıkmazda olduğu, insan haklarının adamına göre işlediği bir ülkede tüketicinin göz göre göre kandırılmasına da şaşmamak gerek öyle değil mi? 

Salı, Nisan 12

Türkçe bilen Türk aranıyor!

Sanırım beni tanıyan herkes (herkez mi demeliyim yoksa) ne zaman bu konuyla ilgili yazacağım diye bekliyordu :) Güldüğüme bakmayın durum gerçekten de çok vahim! Mutlaka benim de hatalarım vardır; ancak oldum olası yanlış yazılan Türkçe kelimelerden rahatsız olmuşumdur ve son derece iyi şartlarda yetişip iyi okullara giden insanların bile ana dilini yazmak konusundaki eksikliğine hem şaşırmış hem de üzülmüşümdür. Geçmişten günümüze gelen, artık klasikleşmiş yazım hataları vardır; ayrı yazılan -de'ler, yalnız/yanlız gibi, nedense yıllar yılı düzeltilememiştir.. Ancak artık neredeyse bu hataları yapanlara ödül verecek duruma geldik. Bir mesleğin getirdiği yabancı terimler veya yöresel söyleyiş farkları normaldir. Her ne kadar hoş olmasa da maalesef İngilizce karakterlerin ve "chat" dilinin getirdiği apayrı bir deformasyon da var. Peki hepsi bir yana şarz, herkez, eylence, möhendiz demek nerden çıktı? 
Yakın zamanda sosyal medya ve iletişim pozisyonları için incelediğim başvuruları görseniz ağlardınız. Devrik cümleler, yazım hataları ve iki dilin birleşimiyle oluşturulmuş hayali kelimeler karşısında dehşete kapıldım. Bırakın kişisel yazıları, haberlerde geçen alt yazılar bile zaman zaman hatalı. Üstelik bu insanlar üniversite mezunu! Peki bu hallere nasıl geldik? Öğretmenlerimiz Türkçe öğretemiyor mu? Aileler kitap okumayı yasaklıyor mu? Yoksa suç hep olduğu gibi internetin mi? Bana kalırsa suç öncelikle bireyindir, toplumun gülüp geçerek veya normal karşılayarak tek yaptığı ise suça ortak olmaktır. Bu kadar zengin bir dilimiz varken, biraz daha özen göstermek çok mu zor? Siz hiç "ai live inLondom" yazan bir İngiliz gördünüz mü?

Salı, Mart 29

burada hayat var mı?

Son günlerde internetteki arkadaşlık sitelerini düşünür oldum. MIRC'la başlayan sohbet odaları, ardından ICQ, bir kaybolup bir dirilen Yonja, Siberalem, Mynet, 34730 gibi semtlere özel siteler saymakla bitmiyor, üstelik üye sayıları hiç de azımsanacak gibi değil. Peki bu kadar insan gece gündüz bu sitelerde ne arıyor? "Birşey aramıyorum, sadece vakit geçiriyorum" diyenlere inanması zor geliyor; vakit geçirmek için spor yap, birşeyler oku, arkadaşlarınla buluş ne bileyim ekrana bakmak neden daha çekici? Çünkü orada bir "kaçış" var. Orada istediğin kişi olabilirsin; yanından geçerken günaydın demeye cesaret edemediğin insanları kendine hayran bırakabilirsin. Sitelere göz gezdirin, tüm erkekler yakışıklı, centilmen ve zengin; tüm kızlar hem dört dörtlük ev hanımı, hem seksi hem de bir o kadar kültürlü. Tabii sanal ortamda sınır tanımayan insanlar olunca, haliyle ruh haliniz tek tıkla değişebiliyor, nasılsa geldiği yerde çok var diye düşünenler size her türlü saygısızlığı yapabiliyor; kimi zaman cahilliğinden, kimi zaman da adiliğinden... Sütten ağzı yananlar, işi biraz daha garantiye alabilmek için şimdilerde paralı üyelikleri tercih ediyorlar. Ancak çevremden duyduğum kadarıyla bu da kalite ve sahtekarlık sorununu pek çözememiş. Neyse bu bir tercih meselesi, kimseyi zorla üye yapmıyorlar :)  
Benim asıl merak ettiğim ve görmek istediğim internetin diğer yüzü. Artık interneti "vakit geçirmek" için değil de, hayatı her anlamda daha kaliteli yaşamak için kullanyoruz. Kilometrelerce uzaklıktaki üniversitelerden eğitim alabiliyoruz, saatlerce kuyrukta beklemeden banka işlemlerimizi halledebiliyoruz, hatta mağaza mağaza gezmek yerine bir tıkla istediğimiz ürünleri kapımıza kadar getirebiliyoruz. Amaç zamanımızı en iyi şekilde değerlendirebilmek, ordan burdan çaldığımız dakikalarda hayattan daha fazla keyif almaya çalışmak.. Hal böyle olunca merak etmeden duramıyorum. Eviyle işi arasında sıkışıp kalmış insanların gerçekten birşeyler paylaşabilecekleri, sosyal hayatlarına keyifli ve kaliteli anlar katabilecekleri platformu ilk kim sunacak?

Pazartesi, Mart 14

hayatta en çok neye sahip olmak istersiniz?

Sağlık? Kariyer? Para? Aşk? Hepsi dediğinizi duyar gibiyim.. Elbette her insan sağlıklı bir yaşam sürmek ister, başarılı bir iş hayatı, mutlu bir aile, rahat bir yaşam..Bunların hepsi bir insanın sahip olmak isteyeceği şeyler. Peki yaşam yolumuzu çizerken neye göre karar vermeli? İşte asıl merak ettiğim bu.. Ne zaman bir felaket yaşansa her işin başı sağlık diyorum, cana geleceğine mala gelsin diyorum.. Sonra hayatın akışına dalıp unutuyorum, daha iyi hayat koşullarına sahip olmak istiyorum, daha iyi bir kazanç, daha başarılı bir iş hayatı.. Bazen de yok diyorum hayatta herşey boş diğer yarın olmadıkça; aslolan aşktır diyorum.. Anlayacağınız kafam karışık!
Hem sağlıklı yaşayıp, hem çok çalışıp başarılı olmak hem de mutlu bir birliktelik yaşamak gerçekten mümkün mü? Bunu kısmen de olsa başaranlara soruyorum: nedir bunun formülü? Kader mi? Şans mı? Her adımı planlayarak atmak mı? Hepsinden biraz denesem de hala başaramadığımı hissediyorum. Dün canla başla çalışırken bugün herşeyi bırakıp sevgilimle dünyanın bir ucuna gitmek istiyorum. Muhtemelen yarın da bir sahil kasabasına yerleşip kendimi doğaya bırakmak isteyeceğim.. Bir insan birşeyi gerçekten isterse geri kalan herşeye göğüs gerebilir diyip duruyorum, ama gel gör ki uygulamaya gelince "nereye gideceğini bilmeyene hiçbir rüzgardan hayır gelmez" modelindeyim.. Pazartesi sendromuna mı vereyim yoksa aklımı başıma mı devşireyim bilemedim!

Salı, Mart 1

kaldırım mühendisliği bölümü istiyorum!

Günümüzde popülerliğini yitirse de eskiden işsiz güçsüz, avare avare dolanan insanlara "kaldırım mühendisi" denirdi (bkz: ekşisözlük). Yıllar yılı düşünüp dururum neden bizim kaldırımlarımız düz olamıyor, kazayla düz olanına denk geldiğimizde neden 3 ay sonra sökülüp yamultuluyor ve neden bastığım zaman o taşların altından su fışkırıyor? Hele bir de topuklu ayakkabı giymişsem o zaman değmeyin keyfime! Zaten zar zor kurduğum denge bir anda altüst olurken kendimi Medrano Sirki'nde hissediyorum; taşların arasına kurban verdiğim topuk kapakları bir yana, seke seke yürümeye çalışırken kimbilir ne garip bir görüntü çiziyorumdur düşünmek bile istemiyorum. Acaba yaşlı veya engelli olsam halim ne olur onu da siz düşünün...
Şimdi bunları niye mi yazdım? Çünkü kaldırım mühendisleri olsun istiyorum!

Gelişmiş ülkelerde kaldırımlar şöyledir böyledir diye ahkam kesmeyeceğim, önemli olan benim ülkemin kaldırımları ve hızla gelişip büyürken bu kadar kolayca çözülebilecek bir sorunu neden yıllardır çözemiyoruz aklım almıyor gerçekten. 18. yüzyılda döşenen kaldırımlar jilet gibiyken yüzbinlerce dolara alınan evlerin önünde bile neden yürünemiyor? Rant veya her ne sebeple olursa olsun 3 ayda bir yeni kaldırım taşı döşeteceğimize o masrafı kullanılacak işgücünü eğitmeye ayırsanız, bu işin gerçekten mühendislik bilgisi gerektirdiğini kabul etseniz herşey kendiliğinden çözülecek zaten. Bunu herkes görebiliyorken belediyeler nasıl göremez yine aklım almıyor. Bunu gördükleri halde bir çözüm üretmemelerini sadece halka eziyet etme güdüsüne bağlayabilirim ama onu da ülkemin yöneticilerine yediremiyorum işte! Başka sorun mu kalmadı da kaldırımlara taktın diyenleri duyar gibiyim; elbette çok daha önemli sorunlarımız var, olmaya da devam edecek. Ama bu saçmalık da bir son bulsun istiyorum ve belediyeden kadın yetkilileri topuklu ayakkabılarıyla kaldırımları teftiş etmeye çağırıyorum! Sesimi duyan olur mu ne dersiniz?

Perşembe, Şubat 10

tıklayın kapınıza gelsin!

Dijital çağ, sosyal medya, e-ticaret patlaması nereye kadar tartışmaları süredursun, "tıklayın kapınıza gelsin" diyen siteler patlamış mısır gibi çoğalmaya devam ediyor. Şurası bir gerçek: Türk insanı alışveriş yaparken dokunmak ister, defalarca denemek ister, eh olur da karar verirse bir de pazarlık yapmak ister. Hatta eve gidince içine yine de sinmez, ertesi gün değiştirmek de ister. Ben dahil çevremde birçok insan var bu kalıba uyan..Bu yüzden birçok insan bu avantajları bir yana bırakıp da e-ticaret'i denemek istemiyor (kredi kartı dolandırıcılığı ayrı bir konu, oraya hiç girmeyeceğim).
Ancak son zamanlarda adeta gözüme sokulan bir gerçek daha var: Perakende sektöründe müşteri hizmetleri yerlerde sürünüyor! İstisnalar elbette var; ancak genelinde durum budur. Gün geçtikçe daha da bilinçlenen, bilgiye erişimi hızla artan tüketicilerin istekleri de değişirken, hani perakende sektörünün geleceği müşteri memnuniyetine bağlıydı? Raporlarda yazanla tecrübe edilenler birbirine uymuyor maalesef..Türkiye'nin önde gelen perakendecileri bile sattıkları ürünle ilgili eksik veya yanlış bilgilere sahipse, telefon kulübesi büyüklüğünde kabinlerde ter ve toz içersinde kalıp üzerine bir de 20 dakika kasa kuyruğunda bekleyeceksem, olur da kazara bir ürünü değiştirmek veya iade etmek istersem zaten hayatından bezmiş personel bana düşman kesilip bin dereden su getirtecekse ben ne anladım bu alışverişten? Sıcacık evimde oturup bir yandan keyifle kahvemi içerken bir yandan da elimin altındaki sayısız ürüne göz gezdirsem, bir tıkla kapıma kadar getirtsem daha iyi değil mi? Ben derim ki denemeye değer! Siz ne dersiniz?

Cumartesi, Ocak 29

çiçekler nasıl büyür?

orkidelerim
Çok basit, su ve ışık yeter diyeceksiniz. Belki arada bir de "çiçek coşturan" vitaminler.. Ama yetmez! Kendimi bildim bileli çiçek seven biri olmadım, ne evde bir serayı andıran çiçeklerimiz, ne de arkadaşlarımın hediyeleri fikrimi değiştiremedi. Yalnızca birkaç ay yaşatabildiğim ve dilek ağacına çevirdiğim gül hariç bir çiçeğe su vermişliğim bile yoktu, ta ki O'nu kaybedene kadar.. Her sabah gözünü açar açmaz çiçeklerine koşan, onlarla konuşan, minnacık bir tomurcukla dünyanın en mutlu insanı olan O'ydu, bense hep bunlarla dalga geçendim. Dolayısıyla O'nun gidişiyle bana kalan onlarca çiçeği yaşatabilmek için tek bir şansım vardı: O'nun sevgisini taklit etmek. Yıllar boyunca öğrendiğim tek bir şey varsa o da çiçeklerin suyla, ışıkla, vitaminle değil de, sevgiyle ve ilgiyle büyüdüğüdür. 
Ne dersiniz başarmış mıyım?
 

Bu yazım ben toprakla, saksıyla kendi çapımda boğuşurken, her sabah çiçeklerle konuşurken bana güldüğünü bildiğim O'na ithaftır, bir de sabah devirip de tüm salona saçtığım çiçeğimden özürdür!

Cumartesi, Ocak 22

Ayşe Kulin

1997 yılında çıkan "Adı Aylin" fırtınasını hatırlıyor musunuz? Herkes bu kitabı konuşuyordu. İşte Ayşe Kulin adıyla tanışmam o döneme rastlar. Ancak ben o yıllarda kafayı Mısır'a taktığımdan olsa gerek Christian Jacq'ın Ramses serisine gömülmüş ve başka bir şeyi okumaz olmuştum. Ne büyük hata! Ayşe Kulin'in en sevdiğim yazar olması için birkaç yıl daha geçecekti ve bir solukta okuduğum "Füreya" beni Ayşe Kulin'e hayran bırakacaktı. Sonrasında da sonuç hep aynıydı, Boşnak sevgilimin de etkisiyle içimi yakan "Sevdalinka", kah güldüren kah hüzünlendiren "Köprü", yaz günü tüylerimi diken diken eden "Nefes Nefese" ve "Gece Sesleri". Okurken zamanın durduğu, tüm acılarımı unuttuğum, hayata karşı sıkı sıkı sarıldığım sayfalar..."Veda" ve "Umut" ise benim için bir başkaydı, herşeye rağmen ayakta durabilen, birbirine kenetlenmiş, özlemini çektiğimiz erdemlere sahip o eşşiz Türk aileleri.. Her sayfasında kendimden parçalar bulduğum, nispeten genç yaşıma rağmen hasretle andığım ve "işte böyle olmalı" dediğim hayatlar.."Türkan" zamanında ise Ayşe Kulin hayranlığım o kadar artmıştı ki, yurtdışında olmama rağmen 2 hafta sabredememiş, hemen okuyabilmek için yılın lojistik operasyonunu gerçekleştirmiştim, yakın bir dostum sağolsun :) 

Bu ay Ayşe Kulin beni tekrar şımarrtı, hem de kendi hayatından kesitler sunduğu 2 kitapla birden! Hayat'ı bitirdim, Hüzün'ün de sonlarındayım..Kim olduğumuzu, nasıl bugünlere geldiğimizi unuturken ve yaşamımızın merkezine yerleştirdiklerimiz hızla değişirken size tek bir tavsiyem var: Ayşe Kulin'in anlattıklarına kulak verin!

Pazar, Ocak 16

simit

Un, maya, pekmez, susam..işte size simit..genç, yaşlı, zengin, fakir herkesin sevdiği az sayıda zevklerden biri simit..kimine göre gevrek, kimine göre kuluri, sokaktan alınanı makbul olan az sayıda atıştırmalıklardan..isterseniz sade, isterseniz peynirle, domatesle, Simit Saray'ları açıldı açılalı binbir çeşitle, tercih sizin :)

Sabah sabah simit de nerden çıktı diyeceksiniz, bugün böyle uyandım işte ne bileyim! Dün Cadde'de yan gözle bakıp durdum Kazım Kulan Pasajı'nın önündeki favori simitlerime, diyetteyim diye alamadım diye içime işledi galiba :( Simide saygı duruşu yaparsam geçer belki diye yazdım, herkese mutlu Pazar'lar :)

Pazartesi, Ocak 10

gözlerimi kapatıp uzaklara kaçsam..

Siz de zaman zaman "şimdi orda olmak vardı" diyenlerden misiniz? Yoğun iş hayatı, aile, dostlar, sosyal çevre derken bu bitmeyen koşuşturmacada insanoğlu ne zaman ışınlanabilecek diye sorup duruyorum kendime..O günler gelene kadar gözlerimi kapatıp uzaklara kaçmak tek çözüm gibi gözüküyor, işte o yüzden bu akşam anlık hayallerimden bir keyif listesi yaptım, şimdiden iyi yolculuklar :)

Sevilla - portakal ağaçları altında tembelliğin keyfi
Singapur - yorgunluktan yıkılana kadar alışveriş keyfi
Kaş -  masmavi sularda balık olmanın keyfi
Paris - Eiffel'ın ışıkları altında çimlerde şarap keyfi
Kopenhag - bir Temmuz gününde uçsuz bucaksız çimlerde güneşlenmenin keyfi
Gent- tarihe tanıklık etmekle kalmayıp, capcanlı bir hayata karışabilmenin keyfi
Shanghai - şımartan bir Spa'dan sonra Bund manzarasında yemek keyfi
Stockholm - sonbahar yapraklarında yürüyüş keyfi
Londra - müzikallere dalıp publarda son bulmanın keyfi 

  

Pazar, Ocak 9

Bağdat Caddesi

Bağdat Caddesi, veya bilinen adıyla Cadde, İstanbul'luların en popüler yerlerinden biri. Bu cadde Kızıltoprak'tan Bostancı'ya uzanır, şık mağazaları ve cafeleriyle aklınızı çeler. En bilinen özelliği Caddebostan-Suadiye arasında piyasa yapan tek tip kızlarımız ve erkeklerimizdir, yaz günü Ugg'lar, kış günü Eda Taşpınar bronzluğu vardır, erkekler de her daim Sicilya mafyasının futbolcuları görünümündedir, ama olsun,Cadde sadece bu değil ve onu yaşatan tüm renklere saygımız olmalı. İstanbul'da Cadde gibi yerler o kadar az ki...


Burada yürümek keyif verir, sürekli dirsek teması yapıp da yol vermeniz veya topuklu ayakkabılarınıza veda etmeniz gerekmez. Çocuklarınız pusetinde mışıl mışıl uyur Cadde'nin akıntısına kapıldığında, yaşlılarımız burada oturup gençleri izlerler ve "bizim zamanımızda" diye başlayan koyu sohbetlere dalarlar. Cadde'de servis kalitelidir, insanlar güleryüzlü ve kibardır. İstanbul'un üzerimize boca ettiği stresten uzaklaşmak için doğasıyla değil ama "hava"sıyla iyi gelecek yerlerdendir. Doğa isteyenlere en yakın çözüm de paralelindeki sahil yoludur, daha ne olsun :)
Bu yazıyı neden yazdım? Çünkü Cadde'yi seviyorum! Ortaokul yıllarımdan beri boş zamanlarımın çoğunu Cadde'de geçiriyorum ve Cadde'me sahip çıkıyorum. Keyifle yürüyüş yapabildiğimiz, alışveriş çılgınlığına kapıldığımız ve cafelerinde ziyafet çektiğimiz Cadde'miz bozulmasın. Başıboş köpekler ve tinercilerle değil, hep olduğu gibi çıtır simitlerle, rengarenk çiçekçilerle ve 29 Ekim yürüyüşleriyle hatırlansın. Olur mu?

Cuma, Ocak 7

Starbucks

Hiçbir zaman çay içen biri olmadım, neden bilmem, ama üniversiteye hazırlık yıllarında başlayan kahve tutkum daha uzun seneler devam edecek gibi. Tabii o zamanlar Starbucks yoktu (eyvah yaşım ortaya çıkacak!); ancak Türkiye'ye geldiği günden beri  Starbucks benim vazgeçilmezlerimdendir, bilen bilir, arkadaşlarımla orada buluşurum, caddede kahvemle dolanıp keyif yapmaya bayılırım, ofiste tükettiğim Starbuck's kahvelerini saymıyorum bile :) Kopenhag'ta yaşadığım yıllarda Starbucks için havaalanına gittiğimi bile hatırlarım! Uzatmayayım, sanırım ne demek istediğimi anladınız :)
Geçtiğimiz gün Starbucks yeni logosunu paylaştı ve artık logosunda Starbucks Coffee yazmayacağını açıkladı. Bu logo değişikliğinin sebebi Starbucks'ta satılan kahve dışı ürünleri pazarlama stratejisi. Starbuck'sta portakal suyu içerken bardakta Starbuck's Coffee yazısından insanlar rahatsız olmasın diye, veya dondurma yemek isteyenlerin (evet yakında olacak) orada sadece kahve vardır diyip Starbuck'sı pas geçmelerini önlemek..
Logo bir yana, aklımda 2 soru var..Bu kadar beğenilen ve ciroları uzaya varmış bir marka, bira veya dondurma satma pahasına öz ürününü kolayca arka plana atabilir mi? Peki ya bu strateji geri teper de kahve tutkunları Starbucks'a küserse ne olur? Cironun dağılımı üzerine eminim çok detaylı hesaplamalar yapılmış ve stratejiler geliştirilmiştir. Yeni logoyu ben biraz yadırgadım, belki zamanla alışırız ama ilk izlenim "no name" bir markanın ürünü gibi gözüktüğü şeklinde, kahveden çok smoothie bardağına benziyor..Umarım kahveyi bir kenara atma fikri sadece logoda kalır..

Salı, Ocak 4

taksiciler

Taksiciler maruz kaldıkları kötü muameleyi protesto etmek amacıyla kontak kapatacaklarmış..kapatsınlar..
Yanlış anlaşılmak istemem, hiç kimse öldürülmeyi hak etmiyor, hiç kimse taciz edilmeyi, gasp edilmeyi hak etmiyor, keşke bunlar hiç yaşanmasa.. Ama bunlar sadece taksicilerin mi başına geliyor? Türkiye'de taksicilere gelene kadar kaç insan katlediliyor her gün? Kaç kadına göz göre göre şiddet uygulanıyor, kapalı kapıların ardını bırakın bir kenara, sokak ortasında dövüldüklerinde bile kaç insan yardım ediyor taksiciler de dahil? Kaç yaşlı insan üç kuruş parası için karşı koyamayacağı eziyetlere ve hatta cinayete maruz kalıyor? Kaç çocuk bir maganda kurşunuyla veda ediyor hayata? Liste uzar gider..Ama nedense sadece taksiciler için eylem yapılıyor..
Araba kullanmıyorum ve mümkün olduğunca toplu taşıma ile biryerlere gitmeye çalışıyorum; ancak İstanbul'un eksik altyapısı sağolsun, taksi kullanmak kaçınılmaz oluyor. Sürekli sızlanan, "hiçbirşey yapamasam taksicilik yaparım" zihniyetindeki taksicilerle ilgili yeri gelmişken bazı izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.
Mikrop yuvası arabalarında bütün gün sigara içen taksiciler..Cızırtılı radyoları ve bağrı yanık şarkılarıyla sizi müzikten soğutan taksiciler..Güneşli bir günde yolda yürürken 10 kere korna çalan, ama yağmur yağsa boş olduğu halde müşteri kabul etmeyen, bir de üstünüze çamur sıçratan taksiciler..İstanbul'un en merkezi yerlerinde çalışan; ancak ana caddelerin bile adını bilmeyen taksiciler..Para üstü vermeyi organ bağışı zanneden taksiciler..Trafik kurallarını hiçe sayan, burası daha kestirme diyip insiyatif alan! sonra da bilmedikleri yollarda kaybolup taksimetreyi kabartan taksiciler..Benim de listem uzayıp gidiyor, ne dersiniz sizin için de bir eylem yapsak mı?

başlıyoruz..

4 Ocak 2011, Susan Miller der ki bugün büyük değişimler olacak, özellikle de benim gibi Yengeç burcuysanız :) Bu sene yapılacaklar listemde en az 5 tutturmayı hedefliyorum, vakit kaybetmeden harekete geçtim ve listemden blog yazmayı seçerek yola koyuldum. Ne yazacağım diye sorarsanız tek bir cevabı yok, içimden gelenler diyebilirim sadece.. Trendler yaratacak bir "ikoncan" değilim, kozmetikten anladığım parfüm, rimel ve nemlendiriciden ibaret (acıyın bana evet), her kadın kadar şöyle bir göz ucuyla bakarım magazine, bazen beğenir, bazen de yok artık der geçerim. Okurum, dinlerim ve izlerim; yerim, içerim ve takıp takıştırırım kafama estikçe... Çalışırım, uyurum, boş boş baktığım zamanlar da olur.. Ah bir de seyahat ederim, en büyük zevklerimdendir..Kısacası yaşarım hayatı elimden geldiğince. Eh, buyrun bakalım benim gözümden hayata!